tisdag 24 januari 2017

İnsan haklarının korunması ve küresel işbirliği

Geçtiğimiz hafta sonunda, ABD’nin birçok yerinde ‘Women’s March’ adı altında gösteriler gerçekleşti. Buna paralel olarak aynı gün ve amaçla İsveç, Almanya, Fransa, Kanada, Portekiz, Hollanda, Güney Afrika, İsviçre ve İngiltere başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde de yürüyüşler düzenlendi. Burada, insan haklarına, özellikle kadın ve azınlık haklarına saygının azaldığı konusundaki endişelere vurgu yapıldı. Haklara saygı göstermeyenler eleştirildi.

İnsan ve çevre koruma örgütlerinin birlikte organize ettiği bu gösterilerin yapıldığı ülke sayısı 50’i geçti. Birçok şehirde 673 gösteri sözkonusu bu örgütler tarafından yapıldı. İşbirliği içinde yapılan aynı tür etkinliklerin sayısı binlerce idi.

Bu kadar insani ve doğayı koruma örgütlerini harekete geçiren nedenler ne idi?
ABD Başkanı Donald Trump’un insani örgütleri endişeye sürükleyen açıklamaları bu sebeplerinden sadece birisi. ABD’de ihlal edilen insan haklarının aynısı birçok ülkede kendini göstermesi. Değişik ülkelerde kadına yönelik artan şiddet, insanlara karşı ırkçı yönelim, ötekileştirme ve hükümetlerin bu konuda yeterince önlem almaması, diğer önemli nedenler olarak öne çıkıyor. Kısacası, ülkelerin karşılıklı olarak haksızlıkları görmeme, adeta onaylama ve karşılıklı ilişkilere kurban etmeden dolayı, insanlığı küresel anlamda harekete geçirme noktasına getirip, örgütlerarası güçbirliğin yaratılmasına zemin hazırlamış oldu. Bu güç birliği, gösteri ve görüşmelerle şekil almaya devam ediyor.

İnsan haklarının korunması için Başkan Donald Trump’un adım atması isteniyor. İnsanlara artan baskılara karşı, küresel anlamda yeni etkinliklerle karşı durulacağına işaret ediliyor.

Geçtiğimiz haftaki gösterileri örgütleyen en önemli aktörlerden birisi Uluslararası Af Örgütü-AI idi. Af Örgütü Isveç Genel Sekreteri Anna Lindenfors’un bu etkinliklerdeki rolü önemli. Lindenfors’un açıklamaları küresel güç için yol haritası olabileceğinin işaretini veriyor. Lindenfors, Stockholm’deki gösteride şöyle diyordu:

‘ABD yeni başkanını seçti ve bununla birlikte dünya da yeni bir sürece giriyor. Yakın bir zamana kadar neler olabileceği konusunda bildiklerimiz sınırlı. Bu sürecin orada neler yapabileceği, bunun bizlere ne kadar tesir edebileceği ve yaratacağı dalgaların başka yerlere nasıl etki yapabileceği konusunda da bildiklerimiz de sınırlıdır. Çok yönlü endişe ve korku duyabiliriz. Gelecek için endişeye kapılabiliriz. Veya bunun yerine, inançlarımız uğrunda mücadele etmeyi, bu konuda tavır koymayı seçebiliriz. Bu sebeplerden dolayı bugün burada toplandık. Kararsızlık yerine kararlı olacağımızı ve mücadele edeceğimiz göstermek için buradayız. Bugünkü gösteri ABD’de aynı etkinliği yapanlarla dayanışma içinde olduğumuzun göstergesidir. Bu etkinlik aynı zamanda tüm ülkelerde, dünyada insan haklarına saygı duyulması için de yapılmıştır. Yani hep birlikte, bu konuda yapılması gereken birçok şeyi gerçekleştirebiliriz.’

Lindenfors insan hakları konusunda ABD’ye yönelik eleştirisinde, yargılanma süreçleri ve ne ile suçlandıkları açıklanmayan Guantanamo’daki tutukluların durumuna değindi. Buranın geleceği ne olacağını sordu. ABD’de hamile kadınların hastane ve doğum evlerinde karşılaştıkları güçlüklere değinip, günde 2-3 kişinin doğum esnasında öldüğüne dikkat çekti. Ölüm oranının Afroamerikan kadınlarda dört misli daha fazla olduğunu, gerekli tedbirlerin alınmasıyla bunun önüne geçebilmenin mümkün olabilceğini savundu. Bunların yanında, Meksikalı göçmenlerin ve zorluklarla geçinen emeklilerin durumu belirsizliğini koruyor, dedi. Polis içindeki ırkçılık bir başka sorun, özellikle siyahlara karşı. Bir genç siyahın, polis şiddetine maruz kalması riski, beyazlara nazaran, dokuz kat daha fazla. Polis tarafından öldürülenlerin sayısı diğer batılı ülkelere oranla çok daha yüksek. 30 yaşındaki siyahların onda biri cezaevinde. 6 milyon amerikalının seçme hakkı suç işlediğinden dolayı ellerinden alınmış durumdadır.

ABD ve diğer ülkelerde insan haklarının ayaklar altına alınması kabul edilemez olduğunu vurgulayan Lindefors, umudumuzu yitirmeden, eşitlik ve özgürlükler için birlikte hareket etme gereğine işaret edip konuşmasını şöyle bitirdi:

‘Sindirici ve baskıcı ırkçılığın çok yönlü yayılmasından mı endişelisiniz? O halde, tüm ülkelerde temel insan haklarının, sadece bir kesim için değil, orada yaşayan herkesin hakkı olduğunu sağlamak için çalışmalı ve tavır koymalısınız. Bu kural, burada, Avrupa’da ve tüm dünyada geçerli olması ve kabul edilmesi lazım. Hep birlikte, birbirimize omuz vererek, olumsuzlukları olumlu yöne döndürmeyi ve hayal ettiğimiz yaşamı kurmayı gerçekleştirebiliriz. Onun için herkes bu etkinliklerdeki yerini almalı ve mücadeleye destek vermelidir.’

Üyesi olduğum uluslararası insani örgütlerden edindığim duyumlar, küresel işbirliğinin kalıcı olabilmesi için çalışmalara başladığına işeret etmektedir. Doğanın dengesini olumsuz yönde etkileyenlere ve insan haklarına saygı göstermeyenlere karşı küresel etkinliklere daha çok şahit olacağımız günler yakın... 

Analiz: Zarathustra Gabar ÇIYAN


tisdag 3 januari 2017

Uluslararası Af Örgütü Sözcüsü Hedenborg: “BM barış konusunda felçli durumda”

İnsanın kendisiyle, yaşamını sürdürdüğü bölge sakinleri, çevredeki komşular ve diğer halklarla barış ve güvenlik içinde yaşamın yolu diyalogtan geçiyor. Diğer inanç ve kültürlere saygı ve karşılıklı tolerans, kapıları açan anahtar oluyor. Şiddet ise, şiddeti doğuruyor.

Etrafımıza bakalım. İstanbul, Suriye, Sur ve Sincar’da olan kıyım ve yıkımlar, ne kadar acı verici. Değişmeyen ve beyne kazılan kanlı kareler, geride kalan annelerin gözyaşları ve çocuklarının itildikleri ortam hepimiz için, bitirilmeye çalışılan insanlık ve insani değerler açısından düşündürücü. Halbuki paylaşılacak o kadar güzellikler var ki.

Aslında devletler, taraf oldukları uluslararası insan hakları sözleşmeleri sadece uygulamak ve gözetlemekle sorumlu değildir. Uluslararası ilişkilerde de bunlara saygı gösterilmesi, gerektiğinde birbirine hatırlatma ve daha güzel yarınlar için çabalama sorumlukları da vardır. İnsan haklarına saygının üye ülkelerce ciddiye alınması, uyum ve gözetleme konusunda BM’in rolü büyüktür.
Bu konuda aksaklıklar olduğunda insani örgütlerin çabaları ve çok yönlü tesiri öne çıkıyor. Savaşta acı çeken kadın ve çocukların korunması konusu hasassiyet kazanıyor, öncelikli olarak ele alınıyor ve dünya kamuoyunu harekete geçirmeye çalışıyor. Çocuklarını kaybeden bir annenin acısıyla çarpıyor tüm yürekler ve savaşın bitmesi için insanlık göreve çağrılıyor.

İçlerinde Uluslararası Af Örgütü gibi 26 uluslararası insani örgütün bulunduğu ortak insiyatif hafta sonunda İsveç Meclisi önündeki Mynt Torget meydanında buluştu. Halep’te kadın ve çocuklara yönelik şiddetin durması içindi oradan yükselen çığlık. Birçok halktan insanlar buna destek sunmuştu. Femininistisk insiyatif gösteri esnasında resmimi çekip manşetine taşıdı. Örgüt temsilcileri konuşma yaptı. Bölgedeki savaşın getirdiği yıkıma dikkat çekildi. BM ve AB gibi örgütler göreve çağrıldı. Kadın ve çocuk hakları konusundaki hassasiyeti ve uluslararası alandaki çalışmalarıyla tanınan İsveç Uluslararası Af Örgütü Basın Sözcüsü Ami Hedenborg’un sert çıkışı büyük beğeni topladı. BM Güvenlik Konseyi’nin barış konusunda felçli bir konumda olduğunu söyleyen Hedenborg’in, BM Genel Kurulu’nu göreve çağırması da, insanlığın umut bağladığı örgütün acı halini ortaya seriyor ve herkesi düşündürüyordu. Şöyle diyordu, Hedenborg:

‘Gözümüzün önünde insanlar hukuksuzca tutuklanıyor, işkence ediliyor ve kaybediliyor. Barışçıl amaçlı gösterilere sert müdaheleler sözkonusu. Bu türden şiddet, insanlık suçu kapsamına giriyor. Bunu daha önce dile getirdik ve şimdi de istemimizi vurguluyoruz. Suçlular bulunup Uluslararası Ceza mahkemesi önüne çıkarılmalıdır.

Taraflar arasında savaş suçunu işleyenler hakkında soruşturma başlamadan Suriye’de atılacak barış adımların uzun ömürlü olması ve başarılı olması zordur.

BM Güvenlik Konseyi’nin öncelikli görevi barışın korunması ve geri getirilmesidir. Güvenlik Konseyi, soruna birlik içinde çözüm bulma ve karar vermenin acil olduğu bir zamanda, adım atma konusunda felç olmuştur. Bizler, insanların yardım çağrılarına sesiz ve seyirci kalamayız. Onun için Uluslararası Af Örgütü, Güvenlik Konseyi’nin başarısızlığı nedeniyle, BM Genel Kurulu’nun bu görevi yerine getirmesi istenmiş, hatırlatmıştır. Burada, tüm ülkelerin sivil insanların koruması ve savaşın son bulması için görev ve sorumlulukları yerine getime, görevi vardır.’

Savaş hukuku olarak da tanımlanan Cenevre antlaşmalar dizisi 1864’lü yıllarda başlar ve 1949’da son şeklini alır. İlk sözleşme üzerinden tam 152 sene geçmesine rağmen, halen insanlar ırk, renk, inanç, cinsiyet ayırımı ve çıkarları için toplu kıyıma uğruyor ve hukuk ayaklar altına alınıyor. Devletler için bağlayıcı olan bu sözleşmelere saygı duyulmuyor. BM insan hakları deklerasyonu yok sayılıyor.

Savaşlar, yıkımlar ve acılarla dolu bir yılı geride bıraktık. Yılın son saatlerindeki hatıralar, kareler kana boyandı. Ama gerçek şu ki, geleceğe umutla bakma ve insanca yaşam herkesin hakkı. Siyaset tıkanmış ve politikacılar insani çözümleri bulmada zorlandığı bu gibi anlarda, şiddeti red eden, bunun yerine barışçıl ve insani çözümler üzerinde yoğunlaşan, bu konuda tecrube sahibi olan ve insani yaptırım gücü bulunan, tarafsız insan hakları örgütleriyle bağlarımızı güçlendirmeliyiz, diye düşünüyorum. Toplumun her kesimi, insani sese kulak veren herkes, savaşın acımasızlığına kurban edilmiş anne ve çocukların acısının dinmesi için, insani örgütlerin önerilerini dikkate almalı ve destek vermelidir. Etkinliklerine katılmalıdır. Suçlular bulunup adalet önüne çıkarılmalı, İstanbul, Sur ve Halep’teki yaralar mutlaka sarılmalıdır.


Analiz:
Zarathustra Gabar 



måndag 5 september 2016

Süryani aydını ve insan hakları savunucusu Kenan Kerimo'nun anısına

Södertälje'ye, İsveç'in önemli liman ve sanayi şehri, bir diğer Midyat'a doğru arabayla hızla yol alıyorum. Kara haber tez ulaşır, ölüm bir nefes, nefesin durduğu an kadar yakın bize, evin yıkıla ölüm, diyorum kendi kendime. Bir gözyaşı pınarıdır akan, acı bir yutkunmadır ona eşlik edip boğazıma düğümlenen. Gençlik yıllarında, boğulmak ile yaşam arasında kaldığım o zamanki hisler kapımı çalıyor yine. Turabdin'e yüzlerce yıldır hayat veren 'Bûnisra' suyunun kabarıp haykırdığı, sarsıcı dalgalarına kapılmışım gibi geldi bana. Dalgaların 'har û dîn' olduğu, buluşup çarpıştığı bir yerde, acımasız bir girdap teslim almıştı. Suyun derinliği çekiyordu beni kendine. Dışardaki sesler boğuk geliyordu bana...

Süryani analarını düşündüm o an. Turabdin'deki anaların ağıtlarıyla uyanır gibi oldum. Ne olduğu bilinmeyen, başımıza bela 'FELEK'e sitem edilişlerine, 'HAWAR'larına kapıyordum kendimi. Ne olacağım gelmez aklıma, hiç bir dile çevrilmesi mümkün olmayan duygular, hisler ve yakarışlarla dolu sözcükler arasında kayboluyordum bu sefer:

'Felekê, bê bextê, li min nemayê! Piştî çûna vî şerî, vî xweşmêrî û vî egîdi, mirina bavê Sargon, bila nemînim li se rûkê vê dinyayê...'

Varmak istiyordum bir an evvel, Nusaybin'lilerin gurur kaynağı, büyük düşünür ve sevgi güneşimiz Mor Yaˁqub adını taşıyan katedrala. Önümü görmekte zorlanır gibi oluyorum. Son yıllarda, üzücü haberler aldığımda, duyma organım ittihad etmiyor artık bedene. Tinutüsüm yakılan ağıtlara eşlik ediyor. Ağlayamıyorum, hıçkırıklarda tutmuyor beni eskisi gibi. Kalpten akıp gözlerde sele dönüşen, beni benden alan hislerin önüne geçmekte zorlanıyorum.

Bir rüyadır ömür. Bir tiyatro oyunudur aslında yaşanan. Yaşamı anlamlı kılmak isteyenlerin, insalık için depremler yaratan kişilerin rolüdür, insanı öne çıkaran, kendinden bahsettiren ve sevdiren. Göçtükten sonra da, Tanrının huzurunda ak yüzle çıkanlar ve insanların kalbinde taht kuranlardır, bir de tarihe ismini kazdıranlardır onlar. İşte, yaşamı boyunca, aydının toplumdaki rolünü bilip, o'nu yaşayarak hareket eden, fedekarlıktan çekinmeyen ve insan haklarındaki mücadelesinde ödün vermeyen Kenan Kerimo, diğer adıyla Kenan ağabey de öyle birisi idi.

Yıllar önce, insan hakları çalışmaları esnasında, tedaviye muhtaç olupta hastanede tedavi edilmesi gereken mahkumlar için yapılan bir etkinlikte tanışmıştık. Daha sonra çeşitli vesilelerle, Türkiye'de demokrasinin gelişimi, Kürt sorunu, Süryanilerin inanç ve kültürel haklarının korunması, bölgede insan haklarının, kültürel yaşamın bir parçası haline gelmesi konusunda yan yana gelmiştik. Birkaç gün önce onunla konuşmuştum. Aramızdan ayrılmasını kabullenmek zor geliyordu bana. '100. yıl Seyfo Çalışma Komitesi' toplantısı sonrasında yaptığımız sohbet gelmişti aklıma. Turabdin'e gitmiş ve orada değerli birçok kişilikle görüşme imkanı bulmuştum. Konunun lokal ve ulusal alanda, akademisyen, parlemento ve bölgede tartışılması, sorunu politik çıkarlara alet etmeden, buna insani çözümler getirilmesi yolundaki düşüncemi dile getirmiştim. Turabdinde birçok aydının bilgisi sınırlı, konuyla ilgili el altında yeterince kaynak yok. Halbuki mevcut yasaların sınırlılıkları olsa da, değerli çalışmaların önünü kapatmıyor, diye yakınmış, düşüncemi dile getirmiştim.

Acı olayların 100. yılında, Turabdin bölgesinde ve Türkiye'de aydınların duyarsızlığının bir sebebini, yeterince bilgi ve basılı kaynakların olmaması, hukuki çerçevede bilgilendirme toplantı ve etkinliklerinin olmamasına da bağlıyordu, Kenan ağabey. Gösteri hakkı yanında, bilgilendirme etkinliklerinin olması önemliydi. Belediye, üniversitelerde ve parlementoda ilgi duyanlara ulaşmak gerekli ve şart diyordu. Ayrıca toplumsal sorunlara eğilen örgüt ve kuruluşlarla da diyalog kurmak gerekiyordu. Turabdin'de 100. yılı anma komitesinin kanuni yollarla kurulup, kanuni haklar çerçevesinde faal olması önemini öne çıkarıyordu.

Politik birikimi yanında yıllarını bölgede insan haklarının gelişimi için sarf eden, bölgesindeki tüm renklere, Kürt, Türk ve Süryanilere eşit mesafede yaklaşan, insani olan herşeye değer veren tecrübe konuşuyordu. Yasaklardan çok diyalogu esas alan bir yaklaşımı, şiddeten çok toleransı, illegal alana itilmekten çok hukuksal hakların genişletilmesini önemli gören düşünce ve yaklaşımına hayran kalmamak elde değildi. Hep böyle idi rahmetli Kenan ağabey, zülme karşı dik duruşu, efendiliği, yumuşak tavrı ve barışçıl yanı onun önemli özelliklerindendi.

Mor Yaˁqub kilisesine yakın bir parkta bıraktım arabayı. Hızla katedralın büyük salonuna doğru yürümeye başladım. Kapı önünde, o'nun öğrencisi, aynı zamanda yegeni olan, Asur-Süryanilerin tanınmış politikacılarından, değerli Yaşar Küçükaslan'la göz göze geldim. Gözlerindeki acıyı okumak zor gelmiyordu. Vakitsiz gelen ölüme karşı duyulan öfke bahçede toplanan insanlardan duyuluyordu. Taziyeye gelen kadın sayısı, erkekler kadar vardı. Kenan abimizin vefatına üzülen kadınların sayısı şaşırmamış, Asur Kültür Merkezi'ndeki sohbetimizi aklıma getirmişti.

Asur Kültür Merkezi'nin 2010 geleneksel ödülü, Sur Belediyesi'ne, çok dil ve kültürel hizmetlerinden dolayı verilmişti. Bu ödül, çalışmaları için kendinden saygıyla bahsettiren, belediye başkanı Abdullah Demirbaş mamosteye sonradan şahsen verilecekti. Mamoste Demirbaş'ın İsveç'te tanıdık dostları çoktu. Ancak, kendisi adına teşekkür etmek için, modern Kürt edebiyatının yaratıcılarından yazar Mehmed Uzun'un sevgili eşi Zozan Uzun'dan rica etmişti. Asur Kültür Merkezinde, Zozan'ı ve beni, Asur-Süryanilerin tanınmış aydını, rahmetli Kenan abinin yegeni, mamoste Feyyaz Boyacıoğlu (Kerimo) ve merkez yönetim kurulu üyeleri karşılamıştı. Feyyaz hocanın çevresi geniş, hoş görüsü ve toleranslı yaklaşımıyla sevilen ve sayılan bir kişilik.
Zozan hanım çiçekleri merkez yönetiminden Yıldız Hanıma ve George Baryawno'ya sunmuş, karşılıklı teşekkür edilmişti. Toplantı sonrasında olanları Kenan abimizle sohbet etme fırsatını bulmuştum. Kendisi, Demirbaş hocanın teşekkürü için, özellikle Zozan hanımdan rica etmesini çok anlamlı bulmuştu. 'Kadına daha çok değer vermeliyiz, o'nu yücelterek, yönetimi ve mücadeleyi onlarla paylaşarak istediğimize varır, saygın milletler arasındaki yerimizi alırız. Kadın haklarına saygı çok önemli', demişti.

Kenan abimizin ilerici ve çağdaş aydınlar arasındaki yeri ve mücadelesi 12 Eylül'ün çok öncesine uzanmaktadır. Midyat'ta başlayan ilerici politik ve insani tutumu, daha sonra Elazığ'da, yüksek öğrenim yaptığı İstanbul'a kadar uzanır. Birikim ve tecrübelerini, İsveç'e geldikten sonra toplumun her kesimiyle paylaşmıştır.

Yaşarla birlikte Mor Yaˁqub katedralın büyük salonundan içeri giriyoruz. Salon tıklım tıklım, oturulacak yer yok. Onlarca insan geliyor, bir o kadar kapıdan uğurlanıyordu. İnsanların hüznünü yüzlerinden akıyor gibiydi. 'Acıyı acıyla sulamak' adet idi Turabdin de. 'Mıra'nın acısı, olayın acısıyla, fincan fincan doluyor, yudum yudum yudumlanıyordu. Yüce Tanrım, dedim kendime. O'nu yakından tanıyanlarla bir bir göz göze gelmek, sarılmak, kontrolü mümkün olmayan, kendiliğinden akan gözyaşları, dışarıya değil, içine dökmek, ne kadar acı idi.

Koca salon dar gelmeye başlamıştı. Kenan ağabeyi kendine çeken sular, adeta beni de çağırır gibiydi. Gençlikten kalan boğulma hisi bedenemi sarmaya başlamıştı. Ayağa kalkmamla sevgili Yaşar bana eşlik etti. Kilise görevlilerine saygı ve selam verdikten sonra, önce oğlu Sargon'a ve Kenan ağabeyimizin kardeşi, İsveç Milletvekili değerli Yılmaz Kerimo'ya başsağlığı diledim. Sıradaki tanıdıklarına da. Sonra mamoste Feyyaz'la yüz yüze geldik. Üzüntüden perişan bir haldeydi. Sandalyeden kalktı, sarıldık.

Kendimi tamamıyla hislere teslim etmiştim. 'Bûnisra' suyunun kabarmış zamanına denk gelmiş, arabamla birlikte sürükleniyordum adeta. Eve kadar otomobili nasıl sürdüğümü hatırlamıyorum. Yakın ve değerli bir dost, bir ağabeyi kaybetmek ne kadar acı Tanrım.

Çok uzaktan, güneşin doğduğu yerden gelen bir hawar, tinutüsümün eşliğinde feleke isyan eden ağıtlar ve Şivan'ın sesi çalışma odamı dolduruyordu:

'Ey felekê xayînê te çima li me wiha kir/ te konê me ji nava kona rakir/ te mala me xera kir/ te zaro û zêçên me bê xwedî hişt li orta perîşan kir/ te dilê dosta şikand dilê dijmina bi me şa kir/ felekê yeman xayînê yeman bêbextê yeman...' 03.09.2016, Stockholm

Zarathustra Gabar Çiyan
Gazateci-Yazar


lördag 26 december 2015

"AYN WARDO' SİVİL DİRENİŞİ'ni anarken

 
Barış ve çözüm sürecinin yerini savaş ve çatışmaya verdiği, şehirlerde sokağa çıkma yasağının günlerce uygulandığı böylesi dönemlerde, başka halk ve inançların tarihlerinde yaşanılan barışçıl ancak sivil direncin öne çıktığı olayları yıl dönümlerinde anmak, bunu incelemek ve bilince çıkarıp, tecrübelerinden faydalanmak önemlidir.

Ayn Wardo'daki olay, tarafları barışa zorlayan ve imkansızı başaran insani bir çağrıyla son bulmuştu. Bölgedeki kültürlerin barışçıl ve insani haykırışları da o sesle buluşmuştu. Olay, Turabdin bölgesinde, AYN WARDO köyünde olmuştu. Yıl 1915'ti. Yani tam 100 yıl önce oluyor, bu barışçıl ittiatsizlik ve insani buluşma.

Etrafı sarılmış olan bu köyde, her yerden sığınmış, suçsuz ve sivil Suryanilerin kirli savaşa karşı neler yapılacağı konusundaki toplantılarına, şahitlik ediyordu tarih. Suryanilerin isteği, her zaman olduğu gibi o zamanda, Turabdin'de, atalarının toprakları üzerinde kimlik, dil, kültür, gelenek ve inançlarıyla, özgürce ve diğer kültürlerle barış ve güvenlik içinde yaşamaktı. Bölge barışı için kapıları açık tutup, çaba gösterme istemlerine işaret etmekti.

Amed valililiği 'sefer'de ferman vermişti. İktidarların klasik yöntemi olan, 'ideolojik', 'milliyetçilik', ve 'inanç' ayrılığı sivrilterek devreye konmuştu. Savaştan çıkarı olanlar, slogan üretmekle meşgül idi. 'Barış' istemi,'oyun' ve 'aldatmaca laf' gibi değerlendirildi. 'Kadim halk'ların, kendi toprağı üzerinde özgürce ve barış içinde yaşam hakkı unutulmuştu. Aynı ırk ve inançtan olmayanların katlinin vacip görülmesi yollunda, tavsiyeler dolaşıyordu. İşlenilecek insani suç ve çözümsüzlük, bir sonraki nesle miras olarak bırakılacağı, bilinmek istenmiyordu.

Toplumda tanınmış kışilere baskı ve gözaltılar yaşandı. Yaşam, mahalle ve sokaklarda adeta azap ve işkenceye dönüşmüştü. Anaların gözyaşı durmak nedir, bilmiyordu. Kaçacak ve sığınacak yer azalıyordu.


'Ayn Wardo', diyorlardı.'Bu köy yüksek bir tepeye kurulmuştu. Önce kadın ve çocukları gönderelim oraya. Yeterli yiyecek ve içecek stoku yapalım. Sonra da geçici olarak, haksızlığa karşı sesimize kulak verecekleri güne kadar, bizler de oraya yerleşiriz', demişlerdi, çalışıp eve ekmek getirmek zorunda olan erkekler.

Bölgedeki korku ve tehdit, komşularını ve dostlarını susturmuştu. Vijdan sahibi insanların sesi kısılmış, yapabilecekleri insani yardımları sınırlandırılmıştı. Korku ve güvensizlik, şehir sokaklarına ismini vermişti ve giderekten bu köylere kadar tesir ediyordu. Ancak dostları ve vijdan sahibi kişiler, korku duvarını aşıyor, tehlikeye rağmen, yaşanılan adaletsizliğe değiniyordu:

Bizler Hz. Muhammed, onlar ise Hz. İsa'ya gönül vermiş insanlar. Bizler Kuran-ı Kerim'e, onlar ise kutsal kitab İncil'e inanmakta. Her iki peygamber ve iki kitap ta Allah'ın. Her iki taraf ta aynı Allah'a inanıyoruz. Bu kin ve zulüm niye? Barış içinde kardeşçe yaşamak varken, bu savaş niye?!'


Ayn Wardo'nun etrafını saran duvarlar, çok önceden tamir edilmiş, etrafı örülmüştü. Buraya yüzlerce sivil, çocuk, yaşlı ve kadınlar yerleşmişti. Bir süreye yetecek kadar yiyecek ve içecek vardı. Köy aşağıdan, bir kale görünümü veriyordu.

O gece, Allah'a, O'nun Yüce Divanı'na uzandı eller dua için. Baba topraklarında, özgür ve barış içinde bir yaşamdı, istekleri. Her zaman olduğu gibi, her türlü düşmanlıktan uzaktı Suryanilerin hisleri. Kendilerine saldırıda bulunacaklara bile dua ediyordu. İnsanın en güzel yeri, kalplerine kin yerine sevgi yeşertmesi içindi, duaları.

Amed valisi emrindeki suvarilere, bir kısım Kürtlerde katıldı. Ayn Wardo'nun etrafı kuşatılmıştı. Etrafı sarılan köy sakinleri, savaşa karşı ittiatsizlik ve kendilerini koruma kararı vermişti.

Düzenli suvarilere karşı, iki aydan fazla devam eden sivil itiatsizlik süresince, içerde çok acılar yaşandı. Ağır bedeller ödendi. Özellikle kadınlar, yaşlılar ve çocuklar çok çekti. Su ve yemek sıkıntısı, çekilen acılara rağmen, haklı tarafın, özgürlük ve barış için tavrında değişiklik olmadı.

İnsanlık tarihi, insani değerleri koruyan örneklerle doludur. Ahlak sahibi olanlar, insani duygulara değer verenler, içte barış ve huzurun önemini bilenler, haklının çığlıklarına kulak verip destek sunanlar, zülmü yaşayanlar, haksızlıklara şahitlik etmiş olanlar, Allah'ı sevip, kalbinde o sevgiyle yanan herkes, baskı ve zülmün altında inleyenlerin imdadına koşmuşlardır. İnsan haklarını korumayı, kendilerine vazife olarak bilmişlerdir.

O zaman, Suryanilere yapılan bu zulmün durması için Şeyh Fethullah, barışın sesi olmuş, taraflara barış ve anlaşma çağrısı yapmıştır. Kutsal kitaplara inanan insanların katlinin suç olduğuna dikkat çekmiştir. Bu çağrı, Turabdin'de çığ gibi büyümüştür. İnsani çözüm ve barıştan yana olan herkes bu sese güç vermiştir, destek vermiştir. Taraflar arasındaki barış, bölgenin gelişimine yol açmıştır.

İnsanlık ve barıştan yana olanların desteğıyle, Ayn Vardo'daki sivil ittiatsizlik ve direnç, sesini duyurmuştu. Dualar kabul olmuş, kalplerdeki sevgiler bu başarıya imza koymuştu.


Ayn Wardo olayının 100. yılında, şehadet suyunu içenleri, Şeyh Fethullah ve tüm barışçıl insanları rahmetle ve saygıyla anıyorum. Ayn Wardo, valinin ve 'ferman'ına destek sunanların, yıl boyunca yaşatılan büyük acılara rağmen, siyasi ve kirli savaş planlarının krize dönüştüğü yer oldu. Sivil ittiatsizlik ve direncin, ulusal ve inançsal motifleri vardı. İstemler, barışçıl ve sivil direncin kendisini savunmasıyla ifadesini bulmuştu. Güçlerin dengesizliğine rağmen, geri adım atılmamıştı. İki aydan fazla süren, köyün etrafını saran güçlerle oluşmuş gayri insani izolasyon, zamanın toplumun önde gelen bir önder ve aydının haksızlığa karşı çıkması, değişik kültürlerden dost, vijdan sahibi ve barışçıl insanların desteğiyle kırılmış ve taraflar anlaşmaya zorlanmıştır.

Zarathustra Gabar ÇIYAN
Gazeteci-yazar


måndag 21 september 2015

Abdullah Demirbaş’ın tutuklanması acı vericidir

Sur Belediyesi eski başkanı Abdullah Demirbaş hakkında, Ağustos başlarında, verilen kararla, bir daha, tutuklanarak cezaevine konuldu. Suçunu bilmiyoruz. İddialar ve konut sorunuyla bağlantılı şüpheler var.  Yani, iddia ve şüphelerden dolayı tutuklu.

Aslında Demirbaş hakkındaki, “iddia ve şüpheler” yeni değil. 2009’da da tutuklanmıştı. O zamanda iddia ve şüpheler” vardı. Çok dil ve kültürlülük konusunda uzman, toplumda huzur, barış ve gelişiminde olumlu rol oynayan değerli aydın ve siyasetçilerin, iddia ve şüphelerle tutuklanması ve tutuklu kalması acı vericidir.

Abdullah Demirbaş Hoca, uzun zamandır hasta. ‘Ven Tromboz’ hastalığı hayli ilerlemiş durumdadır. Bu türden hastalıkların tedavisi, hastanede ve konuda uzman hekimlerin gözetiminde mümkündür. Demirbaş’ın sağlık durumunu, tutuklanmasına karar veren merci, adalet ve insan haklarıyla yetkili hükümet üyelerinin bildiğini düşünüyorum.

2009 yılında tutuklanması sonrasında, cezaevinde sağlığı bozulmuş, hastaneye kaldırılmıştı. Geçici tedavilerle tutukluluk hali devam edince, Demirbaş’ın durumu hepten bozulmuştu. İç hukuk ve insan hakları sözleşmelerinin, tedavisi içerde mümkün olmayan tutuklu ve mahkumlar konusundaki insani yaklaşım, malesef o zaman yetkili makamlarca dikkate alınmadığı için, olay, yurt içinde ve dışında tepkiye neden olmuştu.

Abdullah Demirbaş’ın serbest bırakılıp, tedavisinin hastanede yapılması için, yurt içinde ve yurt dışında kampanyalar başladı. Konunun ciddiyetinden haberdar edilmesi ve gerekenin yapılması için, zamanın Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Adalet Bakanına yazıldı. Avrupa’da kurulan, Abdullah Demirbaş’la dayanışma komitesi, üyesi ve insan haklarıyla yakından ilgilenen birisi olarak, bu kampanyayı yürütenlerden birisiydim. O zaman Amed’e (Diyarbekir) gittim ve avukatıyla görüştüm. Doktor raporlarını toparladım. Hastalığı, bulunduğu durumu ve hukuksal sorunu konusunda bir rapor hazırladım. Bunu, dayanışma komitesi, 4 dile çevirdi. Rapor, ulusal ve uluslararası dayanışma ile, AB’nin insan haklarıyla ilgili bölüm ve çalışanlarına, AB ülkeleri meclis dış ilişkiler komisyon üyelerine, insan hakları örgütlerine ve insan sağlığı ciddiye alan insani örgütlerin ilgili kişilerine, birinci elden ulaştırmasında, rol aldım. Abdullah Demirbaş’ın serbest bırakılıp, hastanede tedavi edilme istemi konusundaki kampaya çok önemli örgüt ve şahsiyetler imza koydu. Kampanya yurt içinde ve dışında büyüdü.

Renkli kültürel kişilikleriyle politika yapan insanlarımızın, hukuktan çok, siyasi düşünceleri ve çalışmalarından dolayı zaman zaman tutuklanmaları ve ceza istemi, günümüzde anlayışla karşılanacak bir durum değildir. Üstelik çok hasta olan birisinin, ısrarla içerde tutulup, ölümüne göz yumulması hoş karşılanacak bir olay olmasa gerek. Bu tür konularda, biz insan hakları çalışanlarının, destek isteyip, sığınacağı tek yer, kanun ve anlaşmalardan çok, insan güzeliğinin saklı olduğu, kalbi ve vijdani, olmaktadır.

O zaman Abdullah Demirbaş’ın konusu, kamuoyunun ve cumhurbaşkanı, başbakan ve adalet bakanı makamının da duyarlı olmasıyla çözüme kavuşmuş, Demirbaş 2010 Mayısında serbest kalmıştı.

Serbest bırakılması ardından Diyarbekir’e, insan hakları ihlalerini yerinde görmek için değil, bu sefer sevincimizi, verilen adaletli kararı, Abdullah Demirbaş’ın makamında, Sur belediyesi’nde bana ikram ettiği çay ile, kendisiyle paylaştım. Sağlığını sordum. İsveç’li doktorlardan birisi, hastalığı konusunda çalışmaların olduğunu, Demirbaş’ın, İsveç’e ziyeret edeceği bir zamanda, muayanehanesine beklediğini söylemişti. Ben de kendisine aktardım. Ancak, Demirbaş’ın acı gülümsemesini gözlerinden okumak zor değildi. Sonradan görüştüğüm avukatı, Demirbaş’ın serbest bırakılmasına rağmen, yurt dışına çıkışının yasaklı olduğunu vurgulamıştı.

İddia ve şüphelerle, hasta bir vatandaşın tedavisini engeleme, bunu yaşam hakkı üzerinde görme kabul etmek zordu.

Kampanya, bırakıldığı yerden tekrar startını verdi. Bu sefer Demirbaş üzerine konulan yurt dışı yasağının kalkması içindi. Gün boyu çalıştığımız günler oldu. Demirbaş gibi birçok hasta tutuklu ve mahkum vardı. Bu kampanya bir yanıyla politik çekişmelere taraf olmadan, ülkedeki demokrasiye katkı sağlamak içindi. Tutuk ve cezaevlerinde hasta ve tedaviye muhtaç olan kişilerin sağlığını ciddiye almakta hedeflenmişti. Ceza kesilen insanlarımıza, ikinci defa ceza biçilmesine karşı idi. Kampanya büyüdükçe büyüdü. Cezaevindeki hasta tutuklular için, sınır ötesi, ideoloji ve inançlar dayanışması yaratıldı.

Mart 2012’de Abdullah Demirbaş üzerindeki yasak kaldırıldı. Demokrasi kazanmıştı. Kalbindeki insani duygu ve vijdani sesi dinleyenler, buna katkı sunanlar kazanmıştı. Bu insani çığlığa kulak veren her kes, tüm insanlar ve doğru karar veren yetkili makamlar kazanmıştı.

Evet dostlar, Abdullah Demirbaş malesef yine cezaevine konuldu. Hastanede tedaviye muhtaç, bir şahsiyet, yine idia ve suçlamalarla dört duvar arasına tıkıldı. Bu ülke tarihinde bir türlü son bulmayan ve sonu gelmeyen en hüzün verici yanı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Sur Belediyesi eski Başkanı Abdullah Demirbaş gibi şahsiyetlerin içinde bulunduğu, dil, kültür, sanat ve edebiyatla ilgilenen birçok politikacı hakkında, iddia ve kalıpsal şüphelerle, tutuklama kararları verilmesidir. Cezaevine konulmasıdır. Sürgünde yaşamını yitirenler, bu uygulamanın, en acı ve hüzün veren tarafı olmaktadır.

Çok kültür ve inançların olduğu bu topraklarda yaşayanlara daha çok özgürlükler için çalışan ve toplumsal barış için hizmet eden politikacılar üzerindeki baskılar son bulmalıdır. Hukuksal suçlama, modern ölçüleri esas almalıdır.

Bu anlamda, iddialar üzerine tutuklanan Abdullah Demirbaş’ın serbest bırakılması önem arz etmektedir. 21 Eylül 2015

Zarathustra Gabar Çiyan
Kordinatör
Eurokurd News- İnsan Hakları Dökümentasyon Ofisi 



onsdag 9 september 2015

İsveç Sosyal Demokrat Milletvekili Serkan Köse: Barış ve çözüm için arabulucu olmaya hazırız

İsveç-Türkiye ilişkileleri çok iyi. Özellikle Türkiye’nin, AB üyeliğini açıkça destekleyen, bununla yetinmeyip, üye olması için çaba gösteren birlik ülkeleri arasında yer alıyor. Sanırım bunu, İsveç’in ulusal bir politikası olarak görmek yerinde olur. Bir önceki muhafazakar, Moderat Parti’nin başında olduğu hükümet, aynı çizgide yürüdü. O zamanın Dışişleri Bakanı Carl Bildt bunu açıkça söylemişti.

Sosyal Demokratların başında bulunan şu andaki hükümetin Dışişleri Bakanı Margot Wallström, Uluslararası Olof Palme Merkezi’nin davetlisi olarak İsveç’e, 20 Ağustos’ta gelen, HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile yaptığı görüşme sonrasında, Türkiye hükümetine yönelik, karşılıklı ateşkesin ilan edilmesi ve kalındığı yerden tekrar Çözüm Süreci’ne dönülmesi, yolundaki çağrısı önemliydi. Mesajdaki diğer önemli bir vurgu ise dışişleri bakanın, Türkiye’nin, AB üyeliğini desteklediklerini açıklaması idi. Bu, şu anlama geliyordu. İsveç, insan haklarına her zamanki gibi önem veriyor, Kürt sorunun barışçıl yollarla çözümünü önemsiyordu. AB üyeliği için, Türkiyenin yanında olduklarına vurgu yapılıyordu. Şüphesiz ki, siyasi sorunların diyalog yoluyla çözümde, barışçıl olduğu kadar, arabuluculuk rolünde de, İsveç saygın bir ülke.

 Son iki yıldır, devlet ve PKK arasında süren çözüm sürecinde, silahlar susmuştu, Kürt dili ve edebiyatı çalışmaları önem kazanmıştı. Kürtler, legal alanda kendini ifade etmeye yöneldiği ve barışçıl çözümüm umutlarının güçlendiği bir anda, çatışma ortamına tekrar dönülmüştü. HDP Eşbaşkanının son gezisi ve İsveç Diş İşleri Bakanı Wallström’ün son açıklaması, İsveç’in, sürecin kalındığı yerde tekrar başlaması için arabulucu olması, konusu konuşulmaya başlandı. Demirtaş’ın ziyareti hemen sonrasında, İsveç Sosyal Demokrat Partisinden ve Uluslararası Olof Palme Merkezi’nden bir grup parlamenter, siyasetçi ve yetkili CHP, HDP ve AKP yekilileriyle görüşmek üzere Türkiye’ye gitmesi, barış için arabulucu olmaları konusundaki beklentileri daha da güçlendirdi.

Bizler, bu konuda daha fazla bilgi almak için, İsveç Milletvekili Serkan Köse ile görüştük. İsveç’te, gençlik sorunlarını yakından takip eden, işsizlik ve uğraşları konusunda uzman bir politikacı, Sosyal Demokratların insan hakları sözcüsü Serkan Köse, bizlere, katıldığı Türkiye ziyaretleriyle ilgili önemli bilgiler verdi. Röportajı sunuyoruz…

Serkan Köse kimdir?
Serkan Köse:
İç Anadolu Kürtlerin yoğun yaşadığı Konya iline bağlı Cihanbeyli’nin Yeniceoba Kasabasında dünyaya geldim. Ailemle birlikte, 10 yaşındayken İsveç’e geldim. Geldiğim günden bu yana Stockholm’un yabancıların yoğun yaşadığı Botkyrka belediyesinde yaşamaktayım. Liseden sonra Stockholm Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve iktisat Fakültesinde okudum. Siyaset ve iktisat bilimi üzerine master yaptım.

 
Sırasıyla, Sosyal Demokrat kadın kolları, İsveçin en büyük işçi sendikası olan Kommunal´de (belediye ve bazı kamu işçileri) ve Handels'de (ticaret işçileri sendikası) basın ve iletişim danışmanlığı yaptım.

Ondan sonra iki sene İsveçin en büyük işçi eğitim kurumu olan ABF'in Botkyrka ve Salem bölgesinin ombusmanlığını (yöneticilik) yaptım.

Ekimden bu yana İsveç parlamentosunda milletvekiliyim. Parlamentoda iki ayrı komisyonda görevli, tek Sosyal Demokrat milletvekiliyim; Çalışma Komisyonu’nunda, partimin ‘İşsiz gençliğin sorunları’ndan sorumlu sözcüyüm. Dış İlişkilerKomisyonu’nda da, Sosyal Demokratların ‘İnsan Hakları’ndan sorumlu sözcüsüyüm.


Parlamento görevlerimin yanısıra, üçüncü dönemdir, Stockholm’un Botkyrka Belediyesi Meclis Üyeliği ve Belediye yönetimi görevini de yürütmekteyim. Bunun yanısıra, 2011'den bu yana Sosyal Demokratların, Botkyrka bölge Başkanlığı'nı yapmaktayım. 2013'den bu yana Sosyal Demokratların il Yönetimi'nde bulunmaktayım.


Görüldüğü gibi parti adına yerel, bölgesel ve ulusal alanda görevlerim var. Tempo yoğun. Ama bütün bu görevleri en layık bir şekilde üstlenmeye çalışmaktayım. Hedefim bütün bu görevleri ve sorumlukları bize destek veren insanlarımıza en güzel bir şekilde hissettirmek.


Önce, HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Olof Palme Merkezi'nin davetlisi olarak İsveç'e geldi. Dışişleri Bakanı ve Palme Merkezi sorumluları ve bu ara birçok politikacıyla görüştü. Selahattin Demirtaş'ın ateşkes ve barış konusundaki görüşleri, İsveç Sosyal Demokratları arasında nasıl bir izlenim bıraktı?
Serkan Köse: Sayın Selahattin Demirtaş’ın Isveç´e gelişi ve barış dolusu mesajlar vermesi benim ve partim için büyük bir önem taşımaktadır. Türkiye’nin içinde bulunduğu çatışma ortamından bir an önce çıkması için, yapılan bu ziyaret ve verilen mesajlar büyük bir önem taşımaktadır. Burada hem Sayın Demirtaş’ın ve hemde hükümetimizin mesaji cok açıktır. Silahlar derhal sussun ve müzakere masasına tekrar dönülsün.

Kürt sorunun silahla ve çatışmayla değil, demokratik bir ortam ve zeminde tartışılmasını savunmaktayız.  Onun için, sayın Demirtaş ve partisi HDP´nin bu konuda samimi olduğunu ve barış için çalıştıklarının izlemini aldık. Bu da HDP´yle var olan ilişkilerimizi daha güçlendirecektir. Barış sağlanılması için atılan her adımı ve buna hizmet eden her kimse, o’nu/ onları sonuna kadar destekliyeceğimizi vurgulamak istiyorum.

Kısa süre önce İsveç Sosyal Demokrat Partisi ve Olof Palme Merkezin’nden bir grup milletvekili ve yetkiliyle, Türkiye’de, CHP, HDP VE AKP yetkililerinin yanısıra, bölge geziniz esnasında belediye başkanı ve değişik kurumlarla görüşmelerde bulundunuz.
Gezinizin amacıne idi? Kimlerle görüşüldü? Ele alınan konular ne idi?

Serkan Köse: Sizinde belirtiğiniz gibi, sırasıyla CHP, HDP ve AKP ile üst düzeyde görüşmeler yaptık.

Bu gezinin üç amacı vardı; birincisi, kendimize ideolojik olarak yakın hissettiğimiz ve kardeş parti olarak tanımladığımız, CHP ve HDP ile olan ilişkilerimizi tazelemek ve onları ziyaret etmekti.

Aynı zamanda, iktidar partisi AKP ile de görüştük. Süreçte yaşanan son gelişmeler konusunda onların düşüncelerini aldık. Bizlerde, süreçle ilgili düşüce ve kaygılarımızı dile getirdik.

İkincisi, Diyarbakıra gittik ve oradaki sivil toplum örgütleriyle görüşüp, onların süreç hakkındaki gelinen son noktayla ilgili düşüncelerini almak istedik. Bu gezide, sivil toplum örgütleriyle ilişkilerimizi de geliştirmeye önem verdik. Diyarbakir Barolar Birliğini, başkan ve yöneticilerini, İHD Diyarbakır şubeşini, başkan ve yöneticilerini, KJA'nın Diyarbakır'daki merkezini, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Gülten Kışanak'ı ve Demokratik Toplum Kongresi-DTK Eş Başkanı Hatip Dicle´yi ziyaret ettik.

Bu arada, Irak'ın kuzeyinde bulunan Şengal'e, 1 yıl önce Daeş'in saldırması sonrasında, günlerce dağlarda aç ve mahsur kalan, daha sonra, açılan koridor ile, önce Zaho'ya, ardından sınırı geçerek Diyarbakır'a gelen, “Şengal Ezdi kampında” kalan Ezdileri, ziyaret ettik. Bu görüşme, Ezdilerin, içinde bulunduğu zor durumu ve yaşam koşullarını anlamamız için önemli idi. Belediye, elinden ne geliyorsa yapmaya calışsa da, durumları hiçte iyi değil. Her türlü yardıma ihtiyaçları var.

Gezimizin üçüncü amacı, var olan çatışma ortamının durması için bir rol oynayabilir miyiz, diyerek, bu yönlü barışçıl yaklaşımımızı, görüştüklerimize ilettik.

Kisacası bizim açımızdan, bu görüşmelerin tümü verimli ve olumlu geçti. Önümüzdeki süreçte, bu görüşmleri tekrar değerlendirip, verimli bir çalışmaya dönüştürmek isteriz.


Dışişleri bakanı Margot Wallström, Ateşkesin olmasını, PKK ve devletin tekrar çözüm masasına oturma istemini açıkladı. Türkiyede hem iktidar hem muhalif parti temsilcileriyle görüştünüz. Barış ve çözüm sürecinin yeniden başlaması için, edindiğiniz izlenim neler?
Serkan Köse: Görüştüğümüz herkes, silahların biran önce susmasının gerekliliğini dile getirdiler. Savaşın çözüm olmadığını ve bir an önce silahların susması gerektiğini ilettiler. Bu konuda bizim bir rol oynayabileceğimizi ve bunu destekleyeceklerini söylediler.
 
Halkın savaşı istemediğinin izlemini aldık. İnsanlar meselenin, barışçıl bir ortamda tartışılmasını ve görüşmeler yolu ile çözülmesinin gerektiğini söylüyor. Ancak bu konuda devletin, gereken sorumluluğunu yerine getirmediğini ve çözüm sürecinin önünü tıkattığının algısı var halk arasında. Buna rağmen, görüştüğümüz birçok insan, barıştan yana umutlu olduklarını ve tarafların masaya tekrar oturacağını, söylemeleri hayli olumlu bir yaklaşım olarak görüldü.

Hemen barış ve sürecin bittiği yerden, tekrar başlaması için neler yapılması lazım? Türkiye de ve Kurdistan da savaş karşıtı olan kesimin umut ve beklentileri var, özellikle İsveç Sosyal Demokratların arabulucu olması ve barışçıl rol oynaması açısından. Bu konudaki düşüncenizi almak istiyordum...
Serkan Köse: Bir an önce silahların susması ve ateşkesin ilan edilmesi gerekir. Savaşa karşı olan herkesin, çatışan tarafları, sorunun çözümünde silahı değil, barışçıl ve demokratik çözümleri tercih etmeleri için, daha çok, daha kapsamlı baskı yapmaları gerekir.

Bu konuda, belirtiğim gibi, eğer bize barışın sağlanması için bir rol düşüyorsa ve böyle bir talep varsa her türlü çalışmanın içinde olacağımızı ve elimizden ne geliyorsa yapmaya hazır olduğumuzu dile getirmek isterim. Bunu zaten görüştüğümüz kişi ve siyasi partilere de söyledik. Eğer taraflar, barış için bir rol almamızı istiyorlarsa, böyle bir rol için hazır olduğumuzu belirtmek istiyorum.
 
Yine altını çizmek istiyorum: Kürt Sorunu savaşla ve silahla değil, demokratik zeminde çözülmesi gerekiyor. Bizlerde de bu konuda üzerimize düşen görevi yerine getirmeye hazırırız. Yeterki savaş dursun, olmasın. İnsanlar ölmesin. Bir an önce silahlar sussun ve çözüm süreci kaldığı yerden devam etsin.

Röportaj: Z. Gabar ÇIYAN

måndag 7 september 2015

Gazeteci Cevat Korkmaz Çözüm Sürecini değerlendirdi: Çatışmalı ve güvensiz ortamın ekonomiye zararı büyük


Gazeteci-Yazar Cevat Korkmaz 1984’te başlayan çatışmalı ortamın ve sonrasında gelen baskınlar, operasyonlar, karşılıklı öldürülmelerle devam eden olay ve gelişmeleri yakından takip etti, bölgede aktif gazetecilik yaptı. Kürtlerin, sadece Türkiye değil, iran ve Irak rejimleri baskısı altındaki yaşamını yakından gördü. Çileli yaşamını yazdı. Politik gazeteciliğinin tecrubesi, serbest ticaretle birleşince, ekonomi politik alanındaki görüşleri ile öne çıktı, hayli önemli görüldü. Özellikle sosyal medyada, yapıcı, tarafsız, isabetli yaklaşım ve analizleriyle dikkatleri üzerine çekti. Şiddete karşı çıktı ve barışı savundu hep. Bunu yaparken, haksız tarafı da yapıcı bir dil ile eleştirip, uyarmayı ihmal etmedi.

 
Diyarbakır da 1962 de doğdu. Gazeteciliğe küçük yaşlarda babası Aziz Korkmaz'ın yanında başladı. Çeşitli gazetelerde çalıştı. 1987 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki eğitimini, cezaevine girdiği için yarım bırakmak zorunda kaldı. Aynı yıl ’Ortadoğu Haber Ajansı- ORHA’yı kurdu. Bu bölgede kurulan ilk özel haber ajansıydı. Ajans prima işlere imza attı. Yurt dışında ve içinde haberleri ORHA mahreciyle yayınlandı. Halepçe katliamı sonrası, tüm Dünyanın dikkatlerini üzerinde toplandığı bölgedeki, etkin ve kilit isimlerden, IKDP lideri Mesut Barzani'yle görüşen ilk gazeteci oldu. Mesleki kuruluşlardan ödüller aldı. Ajans bünyesinde ’Yeni Çizgi’ isimli bir dergi çıkarttı. ’Kürt Kapanı’ isimli bir kitabı ve ’Babamın Karıları’ adlı senaryosu bulunmaktadır. Halen, gazeteciliği yanında, serbest ticaret yaparak yaşamını sürdürmektedir.

 
Gazeteci-Yazar Cevat Korkmaz, Çözüm Süreci ve sonrasında başlayan çatışma ortamı değerlendirdi. Ve hemen barışın şartlarıyla ilgili düşüncesini paylaştı. Kendisiyle yaptığımız röportajı sunuyoruz. 

 
Uzun dönem bölgede gazetecilik yaptınız. Turgut Özal ve sonrasında gelen cumhurbaşkanı, başbakan ve hükümet üyeleri, Kürt sorunundan bahs etti. Umutlar verildi. Tabi iyleştirmeler de var. Ancak hukuksal anlamda atılan adım yok. Kürtlerle adı konulmuş, imza altına alınmış bir anlaşma yok. Siz bu süreçleri, tavır ve yaklaşımı nasıl yorumluyor sunuz?
Cevat Korkmaz: Merhum Özal'la başlayan Kürt sorununa çözüm süreci, Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller'le sürdürülmek istendi. Özal dışındaki girişimler halk tarafından samimi bulunmadı. ’AB yolu Diyarbakır'dan geçer’ ve benzeri gibi açıklamalar, unutuldu ve ciddiye alınmadı. Çözüm, yerini, her seferinde olduğu gibi şiddete bıraktı. Özal'ın akıbeti ise bugün hala tartışılıyor.

 Bana göre, siyasi iradeye karşı derin devlet her zaman direnç gösterdi. AKP'ye kadar hiçbir hükümet, devleti tam anlamıyla kontrol edemedi. Recep Tayyip Erdoğan'la başlayan süreçle, ezberleri bozan gelişmeler yaşandı. Oslo gorüşmeleri, Paris cinayetiyle sekteye uğrasa da, İmralı, Kandil ve hükümet gorüşmeleriyle devam etti. Çözüme dönük büyük bir umut yeşermişti. Ne olduysa 8 Haziran seçimleriyle oldu ve barış masası bir anda devrildi. AKP'yi hükümet yapan ittifaklar dağılmıştı. İktidarla Cemaat arasındaki iktidar kavgası, çözüm sürecini gerileten en büyük etken oldu, zira o güne kadar içeride tutulan generallere ’Pardon’ denildi. Şiddetin yeniden artması, şahinlerin serbest bırakılmasıyla da bağlantılı olabilir. Çünkü, tümünün itibarı iade edildi. Bugün ise halkta tam bir güvensizlik hakim.

 
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve PKK lideri Abdullah Öcalan’la başlatılan çözüm süreci boyunca, insanlar ölmedi, askeri ve polisi harcamalar eskildi ve ekonomik anlamda Türkiye’nin güçlenmesi dünyada konulur oldu. Seçimden hemen sonra başlayan çatışma ortamıyla, Dünya, Türkiyedeki iç savaşı ve bunun ekonomiye ve bölge güvenliğine getireceği zararı konuşuyor. Bu çatışmalı ortamın, ekonomiye ve bölge güvenliğine, her iki halka getireceği zararlar konusundaki düşüncenizi paylaşmanızı rica edecektim...
Cevat Korkmaz: İnsanların ölmesi elbetteki güvenlik ortamına tesir edecek, ekonomiye yansıması olacaktır. Politik şiddetin sıkça eleştirilen en katı yanı, yeri doldurulmayan ve ardından acılar bırakan, insan kaybıdır.

 
Özellikle Ortadoğu coğrafyasında ciddi bir itibar kaybı vardır. İzlenen dış politika fazla başarılı sayılmamakta. Örneğin, İŞİD politikalarında direnen hükümet, ABD'yle sürpriz bir şekilde anlaşarak, sözde de olsa IŞİD'ı hedefine koymuştur. Ancak Dünya basını ve kamuoyu, bunun karşılığında Kürtlere operasyon sözü alındığını ve uygulamaya konulduğunu söylüyor.

 
Artan ekonomik sıkıntılarla birlikte çatışma alanları genişlemiş, insan hakları temelinde Avrupayı endişelendiren bir sürece girilmiştir. Çatışmaların olduğu bölgelerdeki son durum, Metropollerde de olumsuz etkilerini hissettirmeye başladı.

 
Bu durumların geçmişte yaşandığı ülkelere bakın, tümü ekonomik olarak ciddi darbeler almıştır. Bu anlamda Türkiyenin, çatışmalı ortamdan etkilenmemesinin imkanı yok. Nasıl ve ne kadar sorusu ise, piyasaya yansımasıyla cevabını bulacaktır. Türkiyedeki piyasaya daha yakından bakacak olursak, küçük ve orta işletmelerde konuşulanlar şu:

 
Vadeli mal satışları durdu. Bankalar vadesi gelmemiş borçları çeşitli bahanelerle erken istemeye başladı. Dövizdeki çılgın artış, ithal malların temininde sıkıntı yaratıyor. AB ülkelerindeki tedirginlik basında daha sık dillendirilir oldu. Yabancı birçok bankanın Türkiyeden çekileceği söyleniyor. Üstüne İktidarın, kimi sermaye gruplarına yönelik operasyon başlatacağına dair iddialar eklenince, piyasalar daha da kasılsdı. Doğudan batıya göç de başladı. Kentlerde insanlar erken saatlerde evlerine çekiliyor; tıpkı 90'larda olduğu gibi.Yargı sistemine olan guvensizlik nedeniyle, yabancı ortak edinmiş holdinglerin, adil alınmamış kararları Avrupaya taşıyacağı da güçlü bir ihtimal gibi gorünüyor…

 
Çözüm sürecinde haksız olan taraf değil, daha çok çözümü çözümsüzlüğe iten sebepler üzerindeki görüşünüzü merak ediyordum. Bu süreçteki önemli eksiklikler nelerdi?
Cevat Korkmaz: Çözüm sürecinde eksik olan, görüşmelerin halka kapalı olarak yapılmasıdır. Hatta parlemento bile bunun dışında tutulmuştur, denilebilir. Bunun sancıları devam etmektedir. Görüşmelerin içeriği ile ilgili sivil toplum kuruluşları ve halk yeterince bilgilendirilmemiştir. Kapalı kapılar ardında verilen sözler ve sürece dair önemli detaylar bugün hala bilinmemektedir. Dolmabahçe mutabakatından sonra, Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın 2 yılı aşkın süre devam eden müzakereleri gözardı eden açıklamaları, halk nezdinde erken seçim bahanesi olarak algılanmıştır.

 
Kalıcı barış için umut vaad eden süreci durduranlar, sadece Kürtler nezdinde değil, Türkler nezdinde de itibar kaybettiğini söyleyebilirim. Şüphesiz ki tüm bu gelişmeler sandığa yansıyacaktır.

 
Hemen barış ve çözüm sürecinin yeniden başlaması nasıl sağlanır?
Cevat Korkmaz: Hemen barış biraz zor sağlanır. Barış sürecini, tek taraf ya da bir kişinin taleplerine kilitlenmemelidir. Geniş tabanlı bir hükümet bunu başarabilirdi. Hatta MHP'nin de dahil olacağı bir ittifak, sorunlara şefaf çözümler üretebilirdi. Bir referandum seçeneği bile gündeme getirilebilirdi. Bunun sayısız yararı olur.

 
Metropollerde yaşayan Kürtler, geleceklerinden ciddi endişe duymaktadırlar. Yer yer yaşanan münferit olaylar, toplumsal reflekse donüşmeden ve çok geç kalınmadan iç dinamiklerin sorumluluk alması gerekmektedir.

 
Ayrıca, bu havada sandık güvenliği saglanamayacagı için, güvenli bir seçim yapılacağı inancında değilim. CHP, özellikle Suruç olayı ertesinde sorumlu davranmış ve bölgeye heyet gondermiştir. MHP ve AKP oylarıyla meclis araştırma talebi red edilmiştir. Suruç ile ilgili, tıpkı Roboskı olayında olduğu gibi samimiyetsiz davranılmış ve katliamlar adeta kamufle edilmiştir.

 
Şu an barış pek mümkün gözükmüyor gibi görünse de, sonuçta, dünyanın birçok yerinde Kürt Sorununa benzer sorunların çoğu diyalogla çözüme kavuşmuştur. Dünya Barış Haftası münasebetiyle şunu söylemek istiyorum:

 
Yeniden alevlenen çatışmalara karşı yükselen barışçıl seslere; çocuklarını kaybeden analar ve aile bireylerinin tepkilerine, sorumluluk bilinciyle savaşa karşı tavır koyan aydınların istemine, barış olması, çözüm sürecine bırakıldığı yerden başlaması için hükümete baskı yapan, insani örgütler, değişik ulusal ve uluslararası çevrelerin seslerine kulak verileceğini düşünüyorum. Tarafların, bu seslere kulak verip, görüşme masasına oturmaları gerekliliği istendikçe ve baskılar artıkça, barış ve çözüm sürecine tekrar bırakıldığı yerden başlanacak ve akan kan duracaktır.


Söyleşi: Z. Gabar Çiyan